Kimsin sen?
Dünya nereden çıktı?
Jostein Gaarder’in yazdığı Sofie’nin Dünyası kitabı, gizemli bir şekilde gelen mektuptaki bu iki soru ile başlıyor.
İnsanlık her çağda soru sordu. İnsanın ne olduğunu, dünyanın nereden geldiğini sormayan hiçbir kültür bilmiyoruz. İnsanlık tarihinde sorulan sorular sayesinde kalıpların dışına çıkıp “sorgulama” yetisini elde ettik. Tarih de bize her zaman, sorduğumuz her soruya çok farklı cevaplar verebileceğimizi açıkça gösterdi.
Sofie’nin cennet bahçesinde “…eninde sonunda herhangi bir zaman herhangi bir şey boşluktan ve hiçlikten çıkmış olmalı…” diye düşünülse de biz bugün biraz daha gözle görülebilir noktalara bakacağız. Soru sormanın verilen cevaplara istinaden daha büyük yetkinlik, hatta erdem olduğuna dair bir bilgi birikimimiz mevcut. Peki ama neden?
Geçmişe bakacak olursak Goethe “Üç bin yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak” derken Milan Kundera da “İnsanın cahilliği her şeye bir cevabı olmasından, bilgeliği ise her şeye bir soru sormasından gelir” diyor. Gelecekteki varlığımızın ve rolümüzün bugün sorduğumuz sorularla şekilleneceğinin farkında mısınız? Sorduğumuz soruları kendimizin ve işimizin, ama özellikle kendi yaşamımızın, inovasyonun sermayesi olarak tanımlamak kulağa nasıl geliyor? Eğer mantıklı geliyorsa gelin biraz derine inelim:
Bu sermayenin 4 temel taşı var:
Mevcudu Sorgulama
İçgörüye Ulaşma
Ekip İçi İletişimi Artırma
Geleceğe Odaklanma
Birey olarak toplumda, bulunduğunuz her bağlamda ortak bir hedefiniz olmalı: Daha çok ve daha iyi sorular sormak!
Peki bu soruları nasıl daha iyi sorabiliriz ve bu sorularla inovasyonu nasıl büyütebiliriz?
Schumpeter, Yaratıcı Yıkım Teorisi'ni açıklarken “Oluşan yeni olgular, diğer olguları eskitir ve zamanla yıkar. Yeni bir sistem üretmek için eski sistemi yok etmek gerekir” diyor. Bu noktada bu bakış açısını iş akışımıza aktardığımızda yaratıcı yıkımı sadece ekonomik bir kavram olarak nitelendirmeyip “yaşamın her alanında bir paradigma dönüşümünün işareti” olarak algılamalıyız. Var olan akışta sürekli sorgulayarak keşfedilmeyeni keşfetme heyecanı içinde yeniyi arayabiliriz. Ki bunu sadece işimiz için değil; yaşamımız, ilişkilerimiz, iletişimlerimiz konularında da harekete geçirerek kendi inovasyon yolculuğumuzda başlatmalıyız ki iş akışımızda da bunu gördüğümüzde bu alışkanlığımızın yaşamımız için bir anlamı olsun.
Peki alışkanlıkları kazanmak bu yoğun ve karmaşık dünyada bu kadar zorlayıcı iken nasıl olacak da iyi sorular sorma alışkanlıklarını kazanacağız?
İşte bunun için sizi kolaylaştıracak 4 basit kuralı paylaşıyorum:
Otopilotta kalma; sürekli keşif moduna geç.
Günlük yaşamımızda bir şeylere yetişme ya da bir şeyleri yetiştirme derdinde oluyoruz. Bu hızlı akışın içindeyken özellikle benzer örüntülerin yer aldığı iş yaşamımıza karşı farkındalığımız oldukça düşebiliyor. Yazar John Seely Brown, bugün içinde olduğumuz sürekli değişimin bizi hayatta kalmak için otopilot modundan çıkıp sürekli soru sorduğumuz bir keşif haline geçmeye zorladığını düşünüyor. Bu farkındalıklı akışa dahil olup ezberini kazandığımız motiflerin farkındalığına ulaşmanın şimdi tam zamanı!
Bilgi algını değiştir; sürekli öğrenme modunda ol.
Harvard Üniversitesi’nde inovasyon profesörü olan Paul Bottino, bilgi çağı ile birlikte demokratikleşen bilgiye erişimin artık bilmenin yerine öğrenmenin değerini öne çıkardığını savunuyor. Günümüzde bilgi bir emtiaya dönüştü; bilindik cevaplar her yerde ve her zaman erişilebilir. Mühim olan yeniyi öğrenmek için arzuyu her zaman içimizde barındırabilme ve bunun farkında olma.
“Emin” Uzman rolünden sıyrıl; “huzursuz” öğrenci ol.
Kendinden emin olma iddiası giderek geçerliliğini yitirirken öğrenci olma halini benimsemek sosyal hayatta yeni itibarı temsil ediyor. Bu konuda MIT Media Lab Direktörü Joichi Ito, dünyada sürekli değişim ve artan karmaşıklık nedeniyle yetişkin yaşamındaki “gör ve uygula” yönteminin artık çalışmadığına ve bildiğimiz birçok şeyin yeniden tanımlandığına dikkat çekiyor.
Bildiklerimizin hızla geçersiz bir hale gelebildiği bu zamanda kendinden emin bir uzmanın yerine yeni keşfetmeye hazır bir öğrenciye dönmek uygulayabileceğimiz en naif tavsiyelerden biri.
Bilgiçlikten uzaklaş; entelektüel alçak gönüllülüğü keşfet.
Soru sorabilmek, hassasiyetlerinizle barışık olabilmekten ve kırılganlığın ”geçerli akçe” olduğu bir kültürden gelir. Bu kültürü yaratmak da yine cesaretinize ve eylemlerinize kalmış bir durum. Virginia Üniversitesi’nden Edward Hess Wagner, entelektüel alçak gönüllülüğü “yeni fikirlere açık olma, yeni bilgiyi kavrama ve kullanma becerisi” olarak tanımlıyor.
Sofie’ye geri dönecek olursak; o keşfetmeye çalıştığı dünyada karşılaştığı sorular için cevaplara odaklanmadı. Sorular üzerine düşünmek ve yeni sorular sormak onu mutlu ediyordu. Bu cevapları ve yeni soruları düşünürken bildikleriyle yetinmedi. Bazı şeyleri varsayarak geçiştirmeden derine inmeye çalıştı ve bu yolculuktan zevk almaya baktı. Tabii bizler bir felsefe kitabının baş kahramanı olmadığımız için beynimiz bazen Sofie'nin beyni kadar hevesli olmayabiliyor. Bu günümüzün getirdiği en doğal sorunlardan biri. Günlük akışta beynimiz enerji harcamaktan kaçınır ve karşılaştığı sorunlarda ilk önce hazır çözümler, bildikleri ve varsayımlar üzerinden düşünme eğilimindedir.
Bu noktada kendimize hatırlatmamız gereken üç nokta var.
Problemlere odaklanmak
Farklı prensipleri düşünmek
Hata yapmaktan korkmamak
Gelin, bu farkındalıklarla soracağımız soruların mimarisi ile nasıl oynayabiliriz bakalım ve bu yazının sonuna gelelim.
Tina Seelig, “Sorular cevapların içine girdiği çerçevelerdir. Çerçeveyi değiştirirseniz muhtemel çözümlere erişiminizi değiştirmiş olursunuz” diyor. Bu çerçeveyi değiştirmek için sorduğun sorunun yapı, ölçek ve varsayım parametrelerine oldukça dikkat etmelisin. Amacımız sadece daha fazla soru sormayı sağlamak değil, aynı zamanda daha iyi sorular sormayı da sağlamak. Doğru sorular, somut ve aksiyona yönlendiren düşünme süreçlerini başlatan sorulardır.
Daha fazla benzer içeriğe erişmek ve her gün inovasyonun nabzını tutmak için bizi takip etmeyi unutma.